Gülistana hoş geldiniz.
NÂİLÎ’NİN BİR GAZELİNİ ŞERH
GAZEL
1. Gül hâra düştü sîne-figâr oldu andelîb
Bir hâra baktı bir güle zâr oldu andelîb
2. Şehnâme-hânlık eyledi Keyhusrev-i güle
Destân-serâ-yı sebz ü bahâr oldu andelîb
3. Feryâda başladı yine her perri hârdan
Dîvân-serâ-yı gülde hezâr oldu andelîb
4. Gül gördü pâre pâre ciger gonca gark-ı hûn
Memnûn-ı zahm-ı hancer-i hâr oldu andelîb
5. Ey Nâilî vedâ’-ı gül ü bâğ u râğ idüp
Mehcûr-ı yâr u dâr u diyâr oldu andelîb
Bazı Ön Bilgiler:
Şiir, aruzun “mef’ûlü fâ’ilâtü mefâ’îlü fâ’ilün” kalıbında yazılmıştır. Redifi “oldu andelîb”, revî harfî “r”dir. Bu gazel, şiirin genelinde bir konu bütünlüğü olduğu için bir “yek-âhenk” gazeldir. Çoğu zaman redifler şairi ve şiiri bağlayıcı bir rol üstlenir. Bu şiir de böyledir. Şüphesiz redifi seçen şairin kendisidir. Şu hâlde bu gazelinde Nâilî, bizi hep “andelîb”, yani bülbül etrafında seyreden âlemlerde dolaştıracaktır. Bu cümleden olarak denilebilir ki bu gazel, bir tür “Nevrûziye” veya “Bahâriye”dir. Ancak şerh tamamlandığında görüldüğü üzere bu türün alışılmadık bir örneğidir. Metinle ilgili daima göz önünde bulundurulması gereken bir başka nokta, Nâilî’nin edebî çizgisidir. Bilindiği gibi Nâilî, Sebk-i Hindî tarzının en önemli temsilcilerinden biri, hatta bütün şiirlerinin Sebk-i Hindî özelliklerini barındırması hasebiyle bu tarzı benimseyen diğer Türk şairlerinden farklı bir konuma yerleştirilmesi gereken bir şairdir. Bu şiirin şerhinde bu husus bir başka önemli hareket noktamız olacaktır.
1. Beyit: “Gül dikene düştü, bülbülün göğsü yaralandı. Bir dikene, bir güle baktı ve ağladı.” Bu beytin sıklet merkezindeki kelime “düştü” fiilidir. Önce beytin zâhirî görüntüsüne bakalım. Gül ağacı, belli zamanlarda çiçek açar, fakat her zaman dikenlerini muhafaza eder. Kış mevsiminde çiçeği bulunmayan, bir deyişle dikenleriyle baş başa olan gül ağacı, baharın gelişiyle önce yapraklarını kuşanır, ardından kendisine adını veren çiçeklerini, “gül”lerini açar. İşte beytin başındaki “gülün hâra düşmesi” budur. Burada “düşmek” fiili, kaderin tecellisi sonucu olumsuz seyir izleyen bir duruma “dûçâr” olmak anlamındadır; “hapse düşmek”, “kötü yola düşmek” vs. gibi. Mevsimi gelince açılan gül kendisini birden bire incitici dikenlerin içinde buluvermiş; dolayısıyla güle tutkun bülbülün, o zahmetleri kendi çekiyormuşçasına göğsü yaralanmıştır. Bir dikene, bir de güle bakan bülbül, ağlamaya başlamıştır. Bülbülü ağlatan, gülün bedenen dikenlerin arasına düşmesidir. Fakat bülbül, sadece buna değil, aynı zamanda “Gül düşe düşe dikene mi düşecekti?” diye hem kendisini, hem de gülün bu kısmetsizliğine ağlamaktadır. İşte şair “düşmek” fiiline burada farklı bir anlam yüklemektedir: “payına, kısmetine düşmek”. Acaba şair “düştü” kelimesine üçüncü bir mânâ daha yüklemiş midir? Evet. Şair aynı zamanda diyor ki “Gül, dikenle ilgilenmeye başladı.” Yani “düşkün olmak, müptelâ olmak” manasına “düşmek”… Nitekim bu da bülbülün üzüntü ve kahırdan göğsünü parçalamasına yol açmıştır. Bu yönüyle beyte baktığımızda anlam şöyle oluyor: “Gül, diken(in peşin)e düştü; bülbülün göğsü yaralandı. Bir güle baktı, bir dikene, ağlamaya başladı.” Burada bülbülün ağlama sebebi “gül ile dikeni bir arada görmek, bu birlikteliği yakıştıramamak, onların hemhâl olmalarına gönlü dayanamamak”tır. Göğsünü parçalayıp feryat etmekten başka çaresi yoktur; nitekim öyle yapar. Bu bize Faruk Nâfiz’in Ali’sinin trajik sonunu hatırlatır: “Görünce uzanmış yâr kucağına / Boynunu dolamış zülfü bağına / Kurşunu kahpeye atacağına / Kendine çevirdin… Aman, be Ali!” Şair, “düşmek” fiilinin dilimizde yüklendiği zengin ifade imkânlarının hemen hepsini beyitte sergilemektedir. Beyti şöyle de anlamamız mümkündür: “Gül, fidanından koparak / koparılarak dikenlerin üzerine düşünce bülbülün göğsü parçalandı. Bir güle, bir dikene baktı, feryat etmeye başladı.” Bu beyitte açıklanması gereken bir husus da şudur: Dikene düşen gül olduğu hâlde neden bülbülün göğsü yaralanmıştır? Unutmamak gerekir ki, klâsik şiirimize dair metinlerde, her mecâzî anlatımın metinde açıkça görülen bir hakiki tarafı, yani arka plânı sembolize eden / çağrıştıran “gösterge”si vardır.
Böyle bakıldığında bülbülün göğsünün yaralanması hepsi de anlamlı birkaç tarzda yorumlanabilir:
a) Bülbül, gülü dikenlerin elinden kurtarmak için mücadele ederken göğsü parçalanmıştır.
b) Bülbül, gülü dikenler(in elin)e düşmüş görünce üzüntüden kendi göğsünü parça parça etmiştir. c) Bülbül gül ile o denli yakındır ki, ona gelen bir zarar kendinde zuhûr etmektedir. Yani bir iç içelik söz konusudur. Yine de gözden kaçırılmaması gereken, bu iç içeliğin tek taraflı olması, yani gülün -her şeye rağmen- bülbüle karşı istiğnâ hâlinde bulunmasıdır. Burada klâsik şiirimizin en çok karşılaştığımız mazmunlarından olan gül-bülbül mazmunu söz konusudur. Bu mazmunun oluşmasına zemin hazırlayan rivayetler, konumuzla doğrudan ilgili olmakla birlikte bu şerhin boyutlarını zorlayacağı için burada teferruata girmeyeceğiz. Yalnız en yaygın rivayet olarak şunu zikretmeliyiz: Güyâ bülbül güle âşık olmuştur. Gülün kendisine teveccüh etmemesi üzerine ona iyice yaklaşarak etrafında dönerken göğsüne gülün dikeni batar. Bülbülün yarasından dökülen kanlar güle damlar. Aslında farklı bir renkte olan gülün rengi böylece kırmızıya dönüşür. Nitekim bu beyitte bülbülün “sîne-figâr” oluşunda bu hikâyeye gönderme (telmîh) yapılmaktadır. Gülün “sîne-figâr” oluşu tesadüfî değildir. Gördüğü manzara karşısında neden başka bir yeri değil de göğsü yaralanmıştır? Evvelâ hep biliriz ki kalp göğüstedir ve bütün heyecanlarımızın merkezi kalptir. Heyecan anında kanın damarlarda hızla deveran etmesi kalp atışını da hızlandırır, dolayısıyla bu halecan, heyecanı doğurur. Bu yüzdendir ki kalp ile “gönül” eşdeğerdir ve kalp dilimizde bir organ olmaktan ziyade “sevgi, merhamet” gibi hislerin merkezi anlamında kullanılmıştır. Şu hâlde bülbülün sadece göğsü değil, gönlü de yaralıdır. İkinci olarak, zikredilen hikâyede bülbülün göğsü yaralanmıştı. Bülbülün akıttığı kanlar sadece gülü boyamamış, kendi göğsüne de bulaşmıştır. Bu kuşun göğsünün kırmızı olması bundandır. Üçüncü bir husus gülün “zâr” olmasıyla alâkalıdır. “Zâr olmak” lûgatte sadece ağlamak değil, bir keder ve üzüntü dolayısıyla “yanmak” da demektir. Yani bülbül aynı zamanda yanmakta, Türkçemizin güzel ifadesiyle “yanık yanık çilemektedir”. Türlü kademelerden geçtikten sonra ortaya çıkan “ses”in ilk çıkış noktası da “göğüs”tür. İşte bu “sîne-figâr” oluş, âşık bülbülü böylesine yanık yanık “zâr” ettirmektedir. Görüldüğü gibi beyit bizi zâhirden bâtına, hakikatten mecâza savurup durmaktadır. Şair son derece sade bir anlatıma gizlediği metaforlarla bir yandan aklımızın sınırlarını zorlarken öte yandan mânâ iklimlerini dolaştırmaktadır. İşte Sebk-i Hindî budur. Lafza değil, mânâya ehemmiyet vermek. Sözlerin ardına mânâ üstüne mânâ yükleyebilmek, yani az sözle çok şey söyleyebilmek. Bülbüle insan vasıfları izafe edildiği için beyitteki “teşhîs” sanatı açıktır. Nâilî burada “l” ve “r” seslerinin mükemmel armonisi ile oluşturduğu “aliterasyon” ile beyte bir âhenk kazandırmıştır. Beyitte her iki ses de altışar kere geçmektedir. Kezâ “tenâsüp” ilişkisiyle beyitte bir arada bulunan “gül”, “hâr” ve “andelîb” kelimelerinin de ikişer defa geçiyor olmasını enteresan bir özellik olarak kaydetmek gerekir. Bu, eski şiirimizin esasını oluşturduğunu söyleyebileceğimiz “âşık, ma’şûk, rakîb” üçlüsünü sembolize eden “bülbül, gül, diken” kavramlarının beyitte kıyasıya mücadelesinin vurgulanması gibi algılanmalıdır. Sebk-i Hindî şairlerinin müşterek vasıflarından biri de “tezâd” sanatına sıklıkla müracaat etmeleridir. Bu beyitte tezat ama “îhâm-ı tezâd” vardır. “Gül”ün beyitte kastedilmeyen anlamı olan “gül-” fiilinin karşıtı olan “zâr”, yani “gülmek” ve “ağlamak” beyitte birlikte yer almıştır. Ne var ki bunun da alışılmışın dışında –Sebk-i Hindî’nin muğlak tarzına uygun olarak- çetrefilli bir biçimde sunulduğunu görüyoruz. Şöyle ki; “gül” Farsça olup qÖ imlâsıyla yazılır. Türkçe “gülmek” fiilinin kökü olan “gül”ün imlâsı ise ‰uÖ dür. Şair bütün bir beyti âdeta bu türden küçük küçük tuzaklarla donatarak zihinleri zorlamaktadır.
2. Beyit:“Bülbül, gül Keyhüsrevine Şehnâme okuyup bahar ve yeşilliklerin hikâyesini söyledi.” Bu beyitte de “gül-bülbül” münasebeti esas alınmaktadır. Şehnâme, Firdevsî’nin meşhur mesnevisinin adıdır. Keyhüsrev, Şehnâme kahramanlarından olup İran’ın Keyâniyân sülâlesinin üçüncü hükümdarı, Keykâvus’un torunu, Siyavuş’un oğludur. Şehnâme’de, Efrâsiyâb adıyla geçen, Türklerin “Buku” veya “Buka Han” da dedikleri Alp Er Tunga ile mücadeleleri anlatılır. Keyhüsrev tarafından yemeğe davet edilen Efrâsiyâb tuzağa düşürülerek öldürülür. Onun ölümüyle beraber İranlılar kendilerince göre büyük bir belâdan kurtulmuş olurlar. Bu günü kurtuluş günü kabul edip bayram yaparlar. Bu bayram güyâ bugünkü Nevrûz’dur. Beytin zâhirî manzarası şudur: Gül hükümdardır; Şehnâme kahramanlarından Keyhüsrev… Andelîb (bülbül) ise ona Şehnâme okuyan “hikâye okuyucusu”dur. Tıpkı Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ini ezbere okuyan Mevlidhânlar veya Mevlânâ’nın Mesnevisini okuyan Mesnevîhânlar gibi “Şehnâmehân”lık yapmaktadır. Şehnâme’de de bahardan ve çemenden (sebz) bahseden hikâyeler okumaktadır. Nevruz ile Keyhüsrev münasebeti düşünüldüğünde şairin klâsik şiirimizin “müşebbehünbihler” âleminin en meşhur kahramanlarından “gül” ile “bülbül”e burada biçtiği rol son derece isabetli ve gelenek içinde mevcut bir misyondur. Nitekim hükümdarlar huzurunda “Şehnâme” okunması bir gelenek olarak bizde de öteden beri vardır. Beyte “Nevrûz” mazmununu gizleyen şair, teselsülen yaptırdığı fikir sıçramaları ile yakalanan bu “telmîh”i yaparken yine Sebk-i Hindî’nin tipik özelliklerinden birini sergilemektedir. Burada Keyhüsrev dışında Nevruz ile ilgili diğer kelimeler “sebz”, “bahâr”, “gül” ve “andelîb”dir. Bu beyitte “gül” Keyhüsrev’e, “andelîb” de Keyhüsrev’e “Şehnâme okuyan” birine benzetilerek “teşbîh-i belîğ” yapılmıştır. Yine “gül” ve “bülbül”e insan özellikleri verildiği için “teşhîs”, “andelîb”in kitap okuması dolayısıyla da “intâk” vardır. “Şehnâme”, “Keyhüsrev” ve “destân” kelimeleri “tenâsüp” oluşturmaktadır.
3. Beyit: “Yine (bülbülün) her kanadı diken(in eziyeti yüzün)den feryat etmeye başladı. Bülbül, gül divanını okumada bin (tane) oldu.” Bülbül, âdeta varlık sebebi olan güle yaklaştıkça gülün dikenleri öylesine can acıtır ki, kendisi değil kanatları dahi acıdan feryat etmektedir. Bülbülün iki kanadı vardır. “İki” sayısı için dilimizde “her” sıfatının kullanılması uygun değildir. Bu bakımdan burada şairin “per”den muradı başka bir şey olmalıdır. Nitekim ikinci beyitteki “hezâr”, yani “bin” sayısı bize bunu açıkça işaret etmektedir. “Per” burada kanat değil, kanattaki tüyler yerine kullanılmıştır. Burada yine Sebk-i Hindî’ye özgü anlatım biçimini açıkça görmekteyiz. Gülün dikeninin verdiği acıdan bülbül değil, normal olarak acı hissi bulunmayan tüyler dahi feryat etmektedir. İkinci mısrada bu feryad, bülbülün her biri birer bülbül olan bin(lerce) tüyünün “Gül Divanı’nı” okuyuşuna dönmektedir. Yani şair bununla, bülbülün bütün uzuvları ve her şeyiyle birlikte feryat ettiğini mübalağa yoluyla anlatmak istemektedir. Bilindiği üzere bu üslûbun tipik özelliklerinden biri de “mübalağa sanatı”nın çokça kullanılmasıdır. Şairin doğrudan doğruya “tüy” demek yerine “kanat” demeyi tercih etmesi, fakat buradan kanat anlamamak gerektiğini de -yukarıda ifadeye çalıştığımız iki mani karine vasıtasıyla- ihsas ile ortaya koyması yine Sebk-i Hindî’nin kelimeler arasındaki anlam ilişkilerinin adetâ pamuk ipliğiyle birbirine bağlı oluşu özelliğinin bir tezahürüdür. Beyitte bir başka Sebk-i Hindî hususiyeti olan “hayâlde aklın sınırlarını zorlayıcı” bir noktayı yakalamaya gayretini de müşahede ediyoruz. Bülbülün tüylerine “mecâz-ı mürsel” ile “per” (kanat) diyen şair, ilk mısrada acı çektirip feryat ettirdiği tüyleri ikinci mısrada birer “divan okuyucusu” yapmıştır. Burada bir önceki beyitteki hayâlin devamı söz konusudur. Nâilî tüylerin çokluğunu ifade için “hezâr” (bin) sayısını tercih etmiştir. Her bir ayrı bir bülbül olan bin(lerce) tüyün okuduğu divan rastgele bir divan değil, “Gül Divanı”dır. Gül, kat kat yapraklardan oluşur. Çok yapraklı olanına “gül-i sad-berg” denir. Gülün yapraklarını bir divanın yaprakları -ki bu Klâsik şiirimizin bilinen teşbihlerindendir- ve bülbülü de “gül divanının” okuyucusu olarak tahayyül eder. Bir anlamı “bin” sayısı olan “hezâr”ın diğer mânâsı “bülbül”dür. “Gül divanını okuyan bülbül”ün “hezâr” yani yine “bülbül” olması ilk bakışta “hezâr”ın bu anlamının beyitte yer olmaması gerektiğini düşündürmektedir. Ancak Ferheng-i Muîn (4/5132), Ferheng-i Ziyâ (3/1986) gibi kimi Farsça sözlüklerde Hâfız Dîvânı’nda yer alan; XŽU¥ì d vžd¦ @ìU Ë XHJ– qÖ Ê«—«e£ b# b– ë «— Ê«—«e£ b¦ gšÄ ë «—ÊU¾š¼bM beytine istinaden “hezâr” ile “andelîb”in birbirinden ayrı kuşlar olması gerektiğini ileri sürülmektedir. Bizim edebiyatımızda da benzer bir örnek vardır. İznikli Derûnî (öl. 1544)’nin: “İtmesün varup güle feryâd-ı ışkundan figân/ Bülbülün feryâdı hoşdur öte dursun andelîb” beytine göre de andelîb ve bülbül farklı kuşlardır. Beytimizde “hezâr” kelimesine “bin”den farklı olarak “bülbül” anlamını verdiğimizde hezâr ve andelîbin -belki- bülbül türünden farklı farklı kuşlar olması söz konusu olacaktır ki o takdirde beyti bugünkü Türkçeyle şöyle ifade edebiliriz: “Yine her kanadı diken(in eziyeti yüzün)den feryat etmeye başladı. Andelîb, gül divanını okuma konusunda hezâr (bülbül) gibi oldu.” Nâilî’nin “hezâr”ı bülbül yerine (de) kullandığı düşünülürse, Derûnî’nin beyti de göz önüne alındığında “hezâr” veya “bülbül”ün “ötücülük” ve “ses güzelliği” bakımından “andelîb”den daha müraccah bir kuş olduğu anlaşılmaktadır. “Hezâr” kelimesini ilk verdiğimiz gibi “bin” olarak düşündüğümüzde, kelimenin beyitte zikredilmeyen “bülbül” mânâsı ile “andelîb” ve “gül” kelimeleri münasebetiyle “îhâm-ı tenâsüb” sanatı mevcut olur. Bülbüle insan vasıfları izafe edilmesi ve konuşturulması münasebetiyle burada da “teşhis” ve “intak” sanatları da vardır.
4. Beyit: “Gül, goncanın parça parça ciğer hâlinde kana boğulduğunu gördü. Bülbül, diken hançerinin yarasından memnun oldu. Bu beyitte de gül ve bülbül ile ilgili “teşhîs”e devam ediliyor. Manzara malumdur: Bülbül, kavuşmak ümidiyle gülün etrafında dolanırken dikenlerin hücumu sebebiyle öyle kanıyor ki henüz açılmamış goncanın içi parça parça olmuş bir ciğer gibi kana boğuluyor. Bu, ilk beyitte de izah ettiğimiz meşhur hikâyedir. Gülün dikeni şekil itibarıyla “hançer”e benzer. Diken hançeri bülbülü göğsünden yaralar. Bu kanamadan, yani diken hançerinin açtığı yaradan bülbül şikâyetçi olmak bir tarafa, bilakis memnuniyet duyuyor.. Bu zâhiri görünüşten sonra mecazen anlatılmak istenene geçelim: Diken, Klâsik şiirimizde bazen “rakip”tir, bazen sevgilinin yan bakışı, yani “gamze”, bazen onun “sitem”i, bazen “sâlik”i “vahdet-i vücûd”a ulaşma yolunda engelleyen her türlü sebeptir. Şiirimizde “diken-hançer-gamze” ilişkisi malumdur. Sevgilinin bakış okları olan kirpikler hançere teşbih edilir. Bu da klâsik şiirimizin âşık-ma’şuk ilişkisi içerisinde olması gerektiği gibidir. Zira âşık sevgilinin her türlü cevr ü cefâsına, hakaretine, sövgüsüne katlanır, hatta bütün bunlardan zevk alır dolayısıyla âşık, ma’şuktan gelen her türlü siteme razıdır. Bu beyitte Nâilî “kızıl” bir manzara çizmektedir. “Gül” ve “gonca” kırmızıdır, “ciğer” kırmızı, “kan” kırmızı. Kezâ bülbülün -yaralı- göğsü kırmızıdır. Yaralayıcı, öldürücü“hançer”in tedai ettirdiği renk de kırmızıdır. Zaten “kıpkırmızı” güle âşık olan “andelîb”in bu her yanı kızıl manzaradan ve “kader”inden memnun olmasından tabiî bir şey olamaz. Beyitte yine “teşhis” sanatı barizdir. “Gonca”nın, kana boğulmasından dolayı “kırmızı” olması tahayyülü, hoş bir “hüsn-i ta’lîl”dir. “Memnûn” ve “zahm” kelimeleri “tezat” oluşturmaktadır. “Hancer-i hâr” tamlaması, “hançer” müşebbehünbihi ve “diken” müşebbehi ile yapılan bir “teşbîh-i belîğ”dir.
5. Beyit:“Ey Nâilî! Bülbül, güle, bağa ve çimene veda edip sevgiliden, il ve memleketten uzaklaştı.” Artık son beyte gelinmiştir. “Vedâ” zamanıdır. Güle kavuşamayan bülbül çözümü “göç”te bulur. Bu bir terk ve fakat bir anlamda mağlubiyete rızâdır. Aslında bu, şairin kendisiyle birlikte mensubu olduğu akımın da psikolojisini deşifre eden bir hâldir. Bülbül, göğsünde açılan yaralara memnun olan bülbüle mücadele etmek, ne pahasına olursa olsun “direnmek” düşerdi ve okurun beklentisi de oydu. Fakat şairin bu “yekâhenk” gazeli böyle beklenmeyen bir sonla bitirmesi de bizi şaşırtmamalı. Zira Sebk-i Hindî şairleri için “ıstırap” temel öğelerdendir ve “ıstırap-ender-ıstırap” bir vaziyette bulunmak onların hazzını arttırır. Herhâlde şair diyor ki, “Madem ki gülden (sevgiliden) gelen diken yaraları (sitemler) dahi bülbülü (âşığı) memnun ediyor, o hâlde hakiki ıstırap için ne lâzımdır? Ayrılık!” Bu beyitten hareketle şiirin bütünü üzerinde de değerlendirmelerde bulunulabilir. Bu genel değerlendirmelere geçmeden beyitteki edebî sanatlara göz atalım. “Gül, andelîb, bâğ, râğ” kelimeleri “tenâsüp” teşkil etmektedir. Kezâ “andelîb”e yüklenen “insan” fonksiyonu münasebetiyle bu beyitte de “teşhîs” vardır. Sebk-i Hindîciler, birçok bakımdan bizim Servet-i Fünunculara benzerler. Her iki cereyan / mektep için de aslolan “sanat”tır. “Söz”ün bir vasıta olduğu hayâl âlemlerinde “mânâ”yı esas ittihaz etmişler, bu mantalite içinde ilmiklerini ördükçe kelimeler arasındaki anlam ilişkileri zayıflamış, âdetâ -anlaşılması muhâl, fakat imkânsız da olmayan- yeni bir “mazmunlar / semboller lugati” teşekkül ettirmişlerdir. Anlaşılmak gibi bir gayeleri, dahası meseleleri yoktur. Hatta kendilerini anlaşılmaz kılmak için semboller sistemini daha daraltmış, alabildiğine derinleştirmişlerdir. Ve bu kapalılık onlara bir “melankoli” izafe etmiş, şiirlerine de bu aynen yansımıştır. Hele Sebk-i Hindî’nin edebiyatımızda hiçbir şairde olmadığı kadar Nâilî’de müessir olduğu düşünüldüğünde, bu hâle râm olmuş şair için bu son tabiî olmak gerekir. Şair “ıstırab”ı öylesine içselleştirmiştir ki, yazımızın başında bir tür “Nevruziye” veya “Bahâriye” diye nitelediğimiz bir şiirde bile “melâl” hissi diğer bütün his ve fikirlere galebe çalmaktadır. Evet, bu gazel tür bakımından bir “Bahâriye”dir. Bahar gelmiştir ve bu tabiî ki mevsimde gülden, bülbülden, çimenden, yeşillikten bahsedilecektir. Nitekim Nâilî de bahseder. Ancak onun bahsedişi, alışılmış tarzda değildir. Neydi alışılan şey? Baharla birlikte bütün bir tabiata ve bedenlere bir coşku yürür. Çiçekler açar, her taraf yemyeşildir. Çemenler gülşenler, lâlezârlar bu coşkuya coşku katarlar. Artık mey ve kadeh sıkıntı verici meyhaneden çıkmış, mesire yerlerine gelmiştir. Bahâriye ve Nevrûziyelerde hâkim olan duygu “neş’e”dir. Bu şiirde de baharın gelişi anlatılmaktadır. İkinci beyitte telmihen “Nevrûz”a da gönderme yapılmaktadır. Fakat “neş’e” hâkim duygu olmak bir yana, şiirin hiçbir noktasında “sürûr”dan emare dahi yoktur. Ağır bir hüzün ve ıstırap oturmuştur şiire. Şiiri bu mânâda kelime kelime taradığımızda karşımıza çıkan manzara şudur: Zihindeki tedaisi menfi kelime sayısı: 9 (düştü; sîne-figâr; zâr; feryâd; pâre pâre ciger; gark-ı hûn; zahm; vedâ’; mehcûr Zihindeki tedaisi müspet kelime sayısı: 1 (memnûn) Tedaisi müspet tek kelime olan “memnûn” oluş bile “açılan yaradan dolayı” duyulan bir memnuniyettir. Fakat bütün bu hüzün duygusu asla hırçınlığa kaçmadan son derece munis ve mütevekkil bir tarzdadır. Kaderine rıza gösteren ve onu zorlamayı asla aklına getirmeyen bir sûfî tevekkülünde bir kabulleniştir bu.
1 yorum:
Muhteşem
Yorum Gönder